27 Ağustos 2010 Cuma

ne anladım bu işten!

 10 gündür süren tatil sayesinde güzelce gevşemiş olan sinirlerim dün akşam oynanan maçlar yüzünden yeniden gerildi.

Kaldığımız otelin lobisini geldiğimiz günden beri en fazla dolduran kalabalık, otelde kalan 5-10 yabancı aileye (ki aralarında Fin yoktu, İngiliz yoktu, Ukrayna’lı yoktu ama Yunanlı vardı) Türkiye’de futbol sevgisinin boyutunu tek kalemde göstermeye yetiyordu. Keşke sevginin boyutu başarılı ve mutlu olmaya da yetse(ydi).

Ben de ortalama/sıradan bir Türk futbolsever olarak akşam yemeğimi hızlı hızlı yiyip çocuklara “hadi size afiyet olsun” diyerek adeta masadan koşarak gitmiştim lobiye. Yazlık sinema sandalyeleri gibi (onlardan daha konforlu) dizilmiş olan sandalyelerden birine popomu daha yeni yeni yerleştiriyordum ki, Quaresma’ın nefis füzesi geldi ekrana. Beşiktaş 1-0 yapmıştı bile. İlk yarı öyle biterken Trabzonspor’un maçı başladı. Lobideki kanal değiştirme görevlisine (ki ilerleyen saatlerde başına geleceklerden habersizdi) üç-beş kişi yüklenmeye başladı. “Beşiktaş turu atladı nasıl olsa kardeşim, Trabzon-Liverpool maçına dön.” Dönüldü de zaten. Birkaç Beşiktaşlı hanım futbolsever, hanım hanımcık oturdukları yerlerinden mırıldanarak kalktılar, “biz futbolu değil, Beşiktaş’ı seviyoruz, onun için buradaydık” der gibi bozulmuş vaziyette ama erkek egemen toplumun kadın fertleri olarak popolarını bir o yana bir bu yana sallayarak terk ettiler lobiyi.

Kanal değiştirme sorumlusu teknisyen arkadaş, yani D-Smart’ın kumandasını elinde tutan gecenin en güçlü(!) kişiliği ise, Trabzonspor - Liverpool maçının oynandığı kanalı buluncaya kadar Trabzonspor öne geçmişti bile... Golü kimin attığını öğrenebilmek için 34 yıl öncesinin nüktedan Ümit Aktan’ına özenen ve her oyunucuya bir sıfat eklemeden maçı anlatamayan spikerimizin (adı sizde saklı kalsın, bana lâzım değil) ta 40. dakikada Teofilo demesini beklemek lâzımmış. Trabzon kontrollü oynuyordu, ümitler yeşermeyi sürdürüyordu. O sağnak yağmurda yeşermeyecek de ne zaman yeşerecekti..?

Bu arada ekranın sol üst köşesinde yer alan Beşiktaş maçı skoru iki kere daha farklılaştı ve Kartal skoru 3-0 yapmıştı bile.

Derken Avni Aker’de devre olunca, döndük Helsinki’ye yine... Schuster skoru ve turu garantiledikten sonra bu sezonun bankolarını kenara almış geçen sezonun bankolarını sahaya sürmüştü. O bankolar ki (Nihat, Nobre, Holosko) sahada bir genç Necip kadar rahat değillerdi mesela... Derken Nobre kaleciyle karşı karşıya kaldı, gol vuruşu kaleciye çarpınca Holosko’ya asist oldu ve 4. gol geldi.

Tekrar Trabzon maçına dönüldü (bu dönüşler yüzünden hem benim yavaş yavaş başım dönmeye başlamıştı hem de D-Smart kumandalı genç çocuk aptala dönmek üzereydi.) “Çevirsene kardeşim, çevir öteki tarafa” bağırış çağırışları “benim” diyen teknisyeni sersem ederdi hakikaten.

Derken, saatler 21:45 oldu; Trabzon’u, gayet güzel götürdüğü maçıyla Avni Aker’de yalnız bırakmaya içim pek elvermiyordu ama lobidekilerin çoğu ya Galatasaraylıydı ya da Fenerbahçeli... Daha ziyade Fenerbahçeli.

Kanal Kadıköy’ün tıklım tıklım dolmuş tribünlerini ve güzel top oynamaya müsait çimlerini getirdi, Çeşme’deki otelin kalabalık lobisine... Diğer iki maçtaki zeminlerden biri adeta sulu boyayla çizilmiş kadar suni ve gerçek olamayacak kadar güzel gözüküyordu diğeri ise patates tarlasını andırıyordu zira.
Fenerbahçe oyuna daha hakim bir futbol oynuyordu. Belli ki bir kaza golü yemezse atacaktı ama gecikiyordu. Niang’ın Guiza’yı andıran (tövbe ya Rabbim!) çırpınışları, Alex’in gururla karışık hırsı, Emre’nin alışık olduğumuz hırsıyla Gökhan’ın arıza yapmayan körüklü otobüsler gibi bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi bu rakibin kalesinde en az bir gol doğurturdu ama ne zaman? Ah ne zaman? Bir yandan Fenerbahçe ataklarını izliyorduk, diğer yandan da ekranın sol üst köşesinde reklam panosu gibi dönüp duran yazıdaydı gözlerimiz...

Lyviv-Galatasaray maçının skoru her dönüşte ısrarla 0-0’da durmaya devam ederken Trabzonspor hanesi de 1’e çakılı kalmıştı ama 'teçrüpeli İnculuzlar' kendi hanelerindeki 0’ı önce 1 hemen sonra 2 yapınca benim uğruna en fazla, en havalı hayâlleri kurduğum maç sonucu da güme gidiyordu. Ucuna kadar getirdiğimiz bir Liverpool zaferi daha tarih oluyordu. Yenisi için bir 34 yıl daha beklememiz gerekecekse ümitlerimi ve hayallerimi çocuklarıma miras bırakacaktım anlaşılan...

Lobide uğultular, mırıldanmalar...”Dön kardeşim Gassaray maçına” direktifleri. Dönüldü de Ukrayna’ya. İki ciddi antrenör görüntüsü geldi ekrana. Biri tipik Rus görüntüsüyle takım elbiseli ve ciddi Karpaty antrenörüydü diğeri de t-şörtlü ve endişeli Rijkard’dı. Şimdi Galatasaray’lılar bana kızacak ama 4 maçın içinde maça en benzemeyeni Karpaty-GS maçıydı. Bunda, rakibin çok koşan ama uluslararası oyun tecrübesinden yoksun amatör halinin de rolü vardı belki ama mesela Beşiktaş’ın rakibinde de o hava olmasına rağmen o maç daha bir ‘maç’ gibiydi. Bu ise sezon öncesi hazırlık sınavı gibi... Üstelik izlediğim yarım saat boyunca karşı kaleyi daha tehlikeli yoklayan taraf Karpaty’li oyunculardı. Bu maçla ilgili olarak bahsedilmeden geçilmesi günah sayılabilecek olay da bence Karpaty’nin tribün görüntüleriydi. Ali Sami Yen’in en coşkulu sezonlarını andırır gibi, 'Ultraslan'cılara adeta nazire yapar görüntüdeydi 27 bin kadar çok coşkulu taraftar.

Derken devre oldu. Herkes şöyle bir kalktı yerinden. Kimi Ramazan’a rağmen alkole yüklendi, kimi kahveye, çaya... Tekrar oturduğumuzda yerimize “hangi maçı açayım?” diye sormasın mı, gitgide iyice sersemlemiş olan, iplere dayanmadan ayakta duramayacak boksör görüntüsü çizen teknisyen! Bir uğultudur koptu yine. Bir kısım otel konuğu “Fener maçını aç kardeşim Galatasaray maçında heyecan yok” derken diğer konuklar “Kardeşim Fenerbahçe maçını yarım saat gösterdin, bizim maçı 15 dakika ... Bu sefer de Galatasaray maçıyla başla” dediler... Yok öyle, yok şöyle derken otelin lobisi Fenerbahçe-Galatasaray (futbol maçı olmasa da futbol maçı tercihi) derbisine döndü bir anda. Ortam gerildi. Teknisyen bağırmaya başladı. Ben, “arkadaşlar bakalım, hangi takımın seyircisi çoksa, onun maçıyla başlayalım” dediysem de beni duyan ya da dinleyen olmadı. Oturdum yerime, tercihin netleşmesini bekledim. Fenerbahçeliler kazanmıştı. Açıldı ekran ve 1-0 olmuştu bile. Bir çığlık, bir sevinç yumağı derken Emre’nin gerçekten güzel golünün tekrarını gördük ekranda... Galatasaraylılar iyice sinmişti. Gece olmasa da, dakikalar, Fenerbahçelilerin dakikalarıydı...

Fener, golden sonra agresif oyununu sürdürdü ama 2. golü bir türlü bulamıyordu. PAOK’un genç antrenörünün Kıvanç Tatlıtuğ havası beni biraz gıcık emişti doğrusu. Kendinden fazla emindi “artist”.

Netekim, ilerleyen dakikalarda 3 gün önce sezonun en güzel maçı olmaya aday bir maçı deplasmanda oynamış olmanın bedelini ödüyordu Fenerbahçeli oyuncular. Fenerliler yoruldukça, PAOK oyunu dengeliyordu.

Bizim teknisyen kimseye sormadan Ukrayna’ya döndürmüştü yine ekranı. Barış o dakikada müsait pozisyonda kaleciye nişanlamıştı topu. Ben de sandım ki, Galatasaray tur gidiyor diye ikinci yarı baskılı oynuyor... Öyle olmadığını bu sabah gazetelerden okuyacaktım. Futbolcu lisansını nasıl aldığından, üstüne üstlük o lisansla Galatasaray’a nasıl transfer olduğundan emin olamadığım Ali Turan bir ikili mücadelede kafayı eğince suratına tekme geldi ve hakem sarı yerine kırmızıyla Karpaty’i 10 kişi bıraktı. Oysa benzer bir ikili mücadelede Serdar Özkan rakibin gözünü oydu sarı bile görmemişti... Neyse, Avrupa maçlarında o kadar da objektif olmaya gerek var mı ki? Maksat tur bizim olsun!

Tekrar dönüldü Saraçoğlu’na. Alex’in gergin suratı geliyordu hep ekrana. Kaptan bir şeyler yapmak istiyordu ama yalnızdı yine... Maç uzatmaya gitti. Hoop! Dön baba dön, yine Ukrayna’dayız. O da ne? Galatasaray 1-0’ı yakalamış! Yanımdaki adam bana “çak birader, çak!” diye bir tane geçirdi, sağ olsun! Ben yiğitliğe kaka sürdürmeden seviniyordum ama ağrıdı vallahi... Tam o sırada ağrıyı unutturacak bir acı duydum içimde. Hakan Balta’nın “balta” kelimesini aratacak bir kazmalıkla yaptığı hatayı değerlendiren (ki aynı hatayı Dünya Kupası grup elemelerinde İstanbul’da İspanya ile oynarken skor 1-1’ken Guiza karşısında da yapmış 2. golü yedirmişti bize) Ukraynalılar skoru 1-1’e getirmişlerdi. Ekrana yine ciddi görünüşlü Ukraynalı teknik direktör geldi. Birkaç saniyeliğine... Dudaklarıyla öyle bir işaret yaptı ki kulübede bir başka Ukraynalıya, “ben de inanamıyorum ama oldu” der gibiydi mimiği ve turun da özetiydi bu. Ben yanımdakine döndüm “Avrupa maçlarında böyle iki bekle (bir Ali Turan bir de sezona bir türlü başlayamayan ruhsuz Hakan Balta) zaten bir yere gidemezdi Cimbom. Daha sonraki maçlarda madara olurdu” dedim. Avutmaya çalışır edayla... Beni kim avutacaktı peki??

Döndük yine Saraçoğlu’na. PAOk’luların gelişi güzel ileri vurduğu bir topta önce Bilica vuramadı kafayı sonra da Lugano kendisine yakışmayacak şekilde kaçırdı Müslimoviç’i. O da doğrusu nefis vurdu sol ayakla. Volkan bir şey yapamazdı. Oldu mu size 1-1!

Oldu mu?

Olmadı.

Hem de hiç olmadı!

Bunca transfer, bunca ümit, bunca laf güzaf...

Bu kadar kısa mı sürecekti bu heyecan?

Annemizin ligi bu kadar erken mi kalacaktı kucağımızda tek avuntu olarak..?

Bir o maça, bir bu maça gide gele sersem oldum dün gece... Ama odaya çıktığımda, çok daha beterdi ruh halim! Odanın balkonuna çıktım, bizim takımlarda oynayan, milyon dolarlarla ve binbir ümitlerle getirilen yıldızları büyük bir kızgınlıkla koydum bir kenara, başladım gökyüzündeki yıldızları saymaya... Saat 2’ye kadar, sinir geçsin de uykum gelsin, uyuyabileyim diye...

Hiç yorum yok: