27 Ağustos 2010 Cuma

ne anladım bu işten!

 10 gündür süren tatil sayesinde güzelce gevşemiş olan sinirlerim dün akşam oynanan maçlar yüzünden yeniden gerildi.

Kaldığımız otelin lobisini geldiğimiz günden beri en fazla dolduran kalabalık, otelde kalan 5-10 yabancı aileye (ki aralarında Fin yoktu, İngiliz yoktu, Ukrayna’lı yoktu ama Yunanlı vardı) Türkiye’de futbol sevgisinin boyutunu tek kalemde göstermeye yetiyordu. Keşke sevginin boyutu başarılı ve mutlu olmaya da yetse(ydi).

Ben de ortalama/sıradan bir Türk futbolsever olarak akşam yemeğimi hızlı hızlı yiyip çocuklara “hadi size afiyet olsun” diyerek adeta masadan koşarak gitmiştim lobiye. Yazlık sinema sandalyeleri gibi (onlardan daha konforlu) dizilmiş olan sandalyelerden birine popomu daha yeni yeni yerleştiriyordum ki, Quaresma’ın nefis füzesi geldi ekrana. Beşiktaş 1-0 yapmıştı bile. İlk yarı öyle biterken Trabzonspor’un maçı başladı. Lobideki kanal değiştirme görevlisine (ki ilerleyen saatlerde başına geleceklerden habersizdi) üç-beş kişi yüklenmeye başladı. “Beşiktaş turu atladı nasıl olsa kardeşim, Trabzon-Liverpool maçına dön.” Dönüldü de zaten. Birkaç Beşiktaşlı hanım futbolsever, hanım hanımcık oturdukları yerlerinden mırıldanarak kalktılar, “biz futbolu değil, Beşiktaş’ı seviyoruz, onun için buradaydık” der gibi bozulmuş vaziyette ama erkek egemen toplumun kadın fertleri olarak popolarını bir o yana bir bu yana sallayarak terk ettiler lobiyi.

Kanal değiştirme sorumlusu teknisyen arkadaş, yani D-Smart’ın kumandasını elinde tutan gecenin en güçlü(!) kişiliği ise, Trabzonspor - Liverpool maçının oynandığı kanalı buluncaya kadar Trabzonspor öne geçmişti bile... Golü kimin attığını öğrenebilmek için 34 yıl öncesinin nüktedan Ümit Aktan’ına özenen ve her oyunucuya bir sıfat eklemeden maçı anlatamayan spikerimizin (adı sizde saklı kalsın, bana lâzım değil) ta 40. dakikada Teofilo demesini beklemek lâzımmış. Trabzon kontrollü oynuyordu, ümitler yeşermeyi sürdürüyordu. O sağnak yağmurda yeşermeyecek de ne zaman yeşerecekti..?

Bu arada ekranın sol üst köşesinde yer alan Beşiktaş maçı skoru iki kere daha farklılaştı ve Kartal skoru 3-0 yapmıştı bile.

Derken Avni Aker’de devre olunca, döndük Helsinki’ye yine... Schuster skoru ve turu garantiledikten sonra bu sezonun bankolarını kenara almış geçen sezonun bankolarını sahaya sürmüştü. O bankolar ki (Nihat, Nobre, Holosko) sahada bir genç Necip kadar rahat değillerdi mesela... Derken Nobre kaleciyle karşı karşıya kaldı, gol vuruşu kaleciye çarpınca Holosko’ya asist oldu ve 4. gol geldi.

Tekrar Trabzon maçına dönüldü (bu dönüşler yüzünden hem benim yavaş yavaş başım dönmeye başlamıştı hem de D-Smart kumandalı genç çocuk aptala dönmek üzereydi.) “Çevirsene kardeşim, çevir öteki tarafa” bağırış çağırışları “benim” diyen teknisyeni sersem ederdi hakikaten.

Derken, saatler 21:45 oldu; Trabzon’u, gayet güzel götürdüğü maçıyla Avni Aker’de yalnız bırakmaya içim pek elvermiyordu ama lobidekilerin çoğu ya Galatasaraylıydı ya da Fenerbahçeli... Daha ziyade Fenerbahçeli.

Kanal Kadıköy’ün tıklım tıklım dolmuş tribünlerini ve güzel top oynamaya müsait çimlerini getirdi, Çeşme’deki otelin kalabalık lobisine... Diğer iki maçtaki zeminlerden biri adeta sulu boyayla çizilmiş kadar suni ve gerçek olamayacak kadar güzel gözüküyordu diğeri ise patates tarlasını andırıyordu zira.
Fenerbahçe oyuna daha hakim bir futbol oynuyordu. Belli ki bir kaza golü yemezse atacaktı ama gecikiyordu. Niang’ın Guiza’yı andıran (tövbe ya Rabbim!) çırpınışları, Alex’in gururla karışık hırsı, Emre’nin alışık olduğumuz hırsıyla Gökhan’ın arıza yapmayan körüklü otobüsler gibi bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi bu rakibin kalesinde en az bir gol doğurturdu ama ne zaman? Ah ne zaman? Bir yandan Fenerbahçe ataklarını izliyorduk, diğer yandan da ekranın sol üst köşesinde reklam panosu gibi dönüp duran yazıdaydı gözlerimiz...

Lyviv-Galatasaray maçının skoru her dönüşte ısrarla 0-0’da durmaya devam ederken Trabzonspor hanesi de 1’e çakılı kalmıştı ama 'teçrüpeli İnculuzlar' kendi hanelerindeki 0’ı önce 1 hemen sonra 2 yapınca benim uğruna en fazla, en havalı hayâlleri kurduğum maç sonucu da güme gidiyordu. Ucuna kadar getirdiğimiz bir Liverpool zaferi daha tarih oluyordu. Yenisi için bir 34 yıl daha beklememiz gerekecekse ümitlerimi ve hayallerimi çocuklarıma miras bırakacaktım anlaşılan...

Lobide uğultular, mırıldanmalar...”Dön kardeşim Gassaray maçına” direktifleri. Dönüldü de Ukrayna’ya. İki ciddi antrenör görüntüsü geldi ekrana. Biri tipik Rus görüntüsüyle takım elbiseli ve ciddi Karpaty antrenörüydü diğeri de t-şörtlü ve endişeli Rijkard’dı. Şimdi Galatasaray’lılar bana kızacak ama 4 maçın içinde maça en benzemeyeni Karpaty-GS maçıydı. Bunda, rakibin çok koşan ama uluslararası oyun tecrübesinden yoksun amatör halinin de rolü vardı belki ama mesela Beşiktaş’ın rakibinde de o hava olmasına rağmen o maç daha bir ‘maç’ gibiydi. Bu ise sezon öncesi hazırlık sınavı gibi... Üstelik izlediğim yarım saat boyunca karşı kaleyi daha tehlikeli yoklayan taraf Karpaty’li oyunculardı. Bu maçla ilgili olarak bahsedilmeden geçilmesi günah sayılabilecek olay da bence Karpaty’nin tribün görüntüleriydi. Ali Sami Yen’in en coşkulu sezonlarını andırır gibi, 'Ultraslan'cılara adeta nazire yapar görüntüdeydi 27 bin kadar çok coşkulu taraftar.

Derken devre oldu. Herkes şöyle bir kalktı yerinden. Kimi Ramazan’a rağmen alkole yüklendi, kimi kahveye, çaya... Tekrar oturduğumuzda yerimize “hangi maçı açayım?” diye sormasın mı, gitgide iyice sersemlemiş olan, iplere dayanmadan ayakta duramayacak boksör görüntüsü çizen teknisyen! Bir uğultudur koptu yine. Bir kısım otel konuğu “Fener maçını aç kardeşim Galatasaray maçında heyecan yok” derken diğer konuklar “Kardeşim Fenerbahçe maçını yarım saat gösterdin, bizim maçı 15 dakika ... Bu sefer de Galatasaray maçıyla başla” dediler... Yok öyle, yok şöyle derken otelin lobisi Fenerbahçe-Galatasaray (futbol maçı olmasa da futbol maçı tercihi) derbisine döndü bir anda. Ortam gerildi. Teknisyen bağırmaya başladı. Ben, “arkadaşlar bakalım, hangi takımın seyircisi çoksa, onun maçıyla başlayalım” dediysem de beni duyan ya da dinleyen olmadı. Oturdum yerime, tercihin netleşmesini bekledim. Fenerbahçeliler kazanmıştı. Açıldı ekran ve 1-0 olmuştu bile. Bir çığlık, bir sevinç yumağı derken Emre’nin gerçekten güzel golünün tekrarını gördük ekranda... Galatasaraylılar iyice sinmişti. Gece olmasa da, dakikalar, Fenerbahçelilerin dakikalarıydı...

Fener, golden sonra agresif oyununu sürdürdü ama 2. golü bir türlü bulamıyordu. PAOK’un genç antrenörünün Kıvanç Tatlıtuğ havası beni biraz gıcık emişti doğrusu. Kendinden fazla emindi “artist”.

Netekim, ilerleyen dakikalarda 3 gün önce sezonun en güzel maçı olmaya aday bir maçı deplasmanda oynamış olmanın bedelini ödüyordu Fenerbahçeli oyuncular. Fenerliler yoruldukça, PAOK oyunu dengeliyordu.

Bizim teknisyen kimseye sormadan Ukrayna’ya döndürmüştü yine ekranı. Barış o dakikada müsait pozisyonda kaleciye nişanlamıştı topu. Ben de sandım ki, Galatasaray tur gidiyor diye ikinci yarı baskılı oynuyor... Öyle olmadığını bu sabah gazetelerden okuyacaktım. Futbolcu lisansını nasıl aldığından, üstüne üstlük o lisansla Galatasaray’a nasıl transfer olduğundan emin olamadığım Ali Turan bir ikili mücadelede kafayı eğince suratına tekme geldi ve hakem sarı yerine kırmızıyla Karpaty’i 10 kişi bıraktı. Oysa benzer bir ikili mücadelede Serdar Özkan rakibin gözünü oydu sarı bile görmemişti... Neyse, Avrupa maçlarında o kadar da objektif olmaya gerek var mı ki? Maksat tur bizim olsun!

Tekrar dönüldü Saraçoğlu’na. Alex’in gergin suratı geliyordu hep ekrana. Kaptan bir şeyler yapmak istiyordu ama yalnızdı yine... Maç uzatmaya gitti. Hoop! Dön baba dön, yine Ukrayna’dayız. O da ne? Galatasaray 1-0’ı yakalamış! Yanımdaki adam bana “çak birader, çak!” diye bir tane geçirdi, sağ olsun! Ben yiğitliğe kaka sürdürmeden seviniyordum ama ağrıdı vallahi... Tam o sırada ağrıyı unutturacak bir acı duydum içimde. Hakan Balta’nın “balta” kelimesini aratacak bir kazmalıkla yaptığı hatayı değerlendiren (ki aynı hatayı Dünya Kupası grup elemelerinde İstanbul’da İspanya ile oynarken skor 1-1’ken Guiza karşısında da yapmış 2. golü yedirmişti bize) Ukraynalılar skoru 1-1’e getirmişlerdi. Ekrana yine ciddi görünüşlü Ukraynalı teknik direktör geldi. Birkaç saniyeliğine... Dudaklarıyla öyle bir işaret yaptı ki kulübede bir başka Ukraynalıya, “ben de inanamıyorum ama oldu” der gibiydi mimiği ve turun da özetiydi bu. Ben yanımdakine döndüm “Avrupa maçlarında böyle iki bekle (bir Ali Turan bir de sezona bir türlü başlayamayan ruhsuz Hakan Balta) zaten bir yere gidemezdi Cimbom. Daha sonraki maçlarda madara olurdu” dedim. Avutmaya çalışır edayla... Beni kim avutacaktı peki??

Döndük yine Saraçoğlu’na. PAOk’luların gelişi güzel ileri vurduğu bir topta önce Bilica vuramadı kafayı sonra da Lugano kendisine yakışmayacak şekilde kaçırdı Müslimoviç’i. O da doğrusu nefis vurdu sol ayakla. Volkan bir şey yapamazdı. Oldu mu size 1-1!

Oldu mu?

Olmadı.

Hem de hiç olmadı!

Bunca transfer, bunca ümit, bunca laf güzaf...

Bu kadar kısa mı sürecekti bu heyecan?

Annemizin ligi bu kadar erken mi kalacaktı kucağımızda tek avuntu olarak..?

Bir o maça, bir bu maça gide gele sersem oldum dün gece... Ama odaya çıktığımda, çok daha beterdi ruh halim! Odanın balkonuna çıktım, bizim takımlarda oynayan, milyon dolarlarla ve binbir ümitlerle getirilen yıldızları büyük bir kızgınlıkla koydum bir kenara, başladım gökyüzündeki yıldızları saymaya... Saat 2’ye kadar, sinir geçsin de uykum gelsin, uyuyabileyim diye...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

menajerlere 12.7 milyon £

İngiltere'de geçtiğimiz mâli yılda Premier League dışındaki liglerde yer alan kulüplerin menajerlere ödenen para 12 milyon 700 bin sterlini bulmuş. Bu meblağının 10 milyon 100 bin sterlini Championship kulüplerine ait. League One 2 milyon 200 bin, League Two kulüpleri ise 336 bin sterlini menajerlere ödemek için kasasından çıkarmış.
1 Temmuz 2009 ile 30 Haziran 2010 tarihleri arasında toplam 2392 işlem gerçekleşmiş. Bu işlemlerden 396'sı ise sadece bir menajere ait İngiltere'deki alt liglerde.
Liglerdeki 72 kulüpten 14'ü menajerleri kapılarından geçirmemişler, bu nedenle de para ödememişler. 23 kulüp ise fazla para kaptırmaya niyetleri olmadıklarını 10 bin sterlinden daha az komisyon ödeyerek göstermişler.
Championship kulüpleri içerisinde Middlesborough gerçekleşen 29 işlem sonucunda 1 milyon 464 bin 200 sterlini menajerlere ödeyerek "en hovarda" kulüp unvanını hakediyor. Bu sezon premier League'e yükselen Newcastle United ise en fazla transfer işlemine imza atan kulüp. 39 işlem karşılığında 1 milyon 73 bin 76 sterlin ödemiş St. James' Park sakinleri.
League One kulüpleri arasında da Southampton ile Notts County ikilisi menajerlere giden toplam paranın 3/2'sini harcamış durumda. Southamptan 401 bin 248, Notts County ise 246 bin 483 sterlini menajerlere ödemiş.

global yayın haklarında da en değerlisi premier league...

maracana'da çalışmalar başladı

2014 Dünya Kupası çalışmalarının başladığı ilk stadyum Maracana oldu. Dünyanın en büyük stadyumu olarak 1950 Dünya Kupası finaline de ev sahipliği yapan Maracana'da ilk etapta koltukların yüksekliğinin azaltılmasına başlandı. Bu işlemin maliyetinin 398 milyon dolar tutması bekleniyor. Bu süreçte stadyumun kapasitesi yarıya inecek fakat futbol karşılaşmaları için kullanılmaya devam edilecek. 2 ay sonra ise tamamen kapatılacak olan Maracana'nın yenilenmiş haliyle 31 Aralık 2012'de açılması hedefleniyor. Bu yenilme çalışmalarında sahanın boyutu küçültülecek, üstü kapanabilir bir hal alacak...  

maxwell'e uefa soruşturması

UEFA, Barcelona'nın Brezilyalısı Maxwell hakkında sahte pasaport kullanma ihtimali nedeniyle soruşturma başlattı. 2001-2006 arasında Ajax forması giyerken Hollanda vatandaşlığına dolayısıyla da Hollanda pasaportuna sahip olma hakkı kazanmıştı Maxwell. Hatta 2006'da Inter'e transfer olurken Hollanda vatandaşlığı kullanılmış ve böylece AB statüsünde oyuncu olarak oynama hakkından da yararlanmıştı.
Geçtiğimiz yaz Barcelona'ya transfer olan Maxwell, Hollanda pasaportu yerine Brezilya pasaportunu kullanması UEFA'nın dikkatinden kaçmadı. Brezilyalı futbolcu hakkında sahte pasaport soruşturmasının  açılma nedeni de Hollanda yerine Brezilya pasaportunu kullanması.
Daha önce İtalya'da 31 futbolcunun sahte pasaport ile transfer yaptığınun ortaya çıkması da UEFA'nın şüphelenmesindeki temel nedenlerden bir başkası.
Soruşturma nedeniyle Maxwell, İsviçre'ye UEFA'nın merkezine giderek ifade de verecek. Ardından da soruşturmanın sonucunun açıklanması bekleniyor...

flamengo taraftarlarının interaktif protestosu....

Brezilya'da son şampiyon flamengo'da işler istenildiği gibi gitmiyor. Takım, ligde lider Fluminense'nin 13 puan gerisinde şampiyonluk yarışından kopmuş durumda. Son 8 haftada rakip ağlara sadece 4 gol atabildi Rio temsilcisi. 
Copa Libertadores'te de çeyrek finalde öteye gidilemedi. Taraftarlar bu durumun sorumlusu olarak teknik direktör Rogério Lourenço'yu görüyor. Bu nedenle de İnternet üzerinden bir kampanya başlatıldı.
Flamengo taraftarlarının sosyal paylaşım sitelerinde başlattığı kampanyada, "Rogériosuz Flamengo, Zicolu Flamengo" stickerları kullanılmaya başlandı. Taraftar Lourenço'nun yerine kulüpte idare görevde bulunan Zico'nun gelmesini istiyor. Falemngo'nun saha içerisinde aldığı sonuçlar böyle devam ederse isteklerine ulaşmaları pek fazla zaman almayacak flamengo taraftarlarının...

jessica kastrop'un başına gelenler!

Sky Sport Almanya'nın muhabirlerinden Jessica Kastrop'un Mainz - Stuttgart maçı öncesi yaşadığı olay kolay kolay kimsenin başına gelmez. Postun tepesinde olayın videosu mevcut. Kahramanı söylemeye gerek yok, saha içerisindeki kasaplığıyla tanınan Khalid Boulahrouz, artık canlı yayınlara da el atmış görünüyor...

24 Ağustos 2010 Salı

pub'da premier league keyfi

İngiltere'de YouGov/SMG Insight adlı bir şirket futbolseverlerin Premier League izleme tercihleri üzerine bir araştırma yapmış. Araştırmanın sonuçlarına göre, 18 ile 34 yaş arasındaki İngilizlerin 3/1'i maçları evde değil, dışarıda seyretmeyi tercih ediyor. Söz konusu oranın yüzde 23'ü pubları, yüzde 11'i de stadyumda ya da arkadaşlarının evinde maç keyfini yaşıyor.
18-24 yaş arası İngizlerin ise yüzde 51'i maçları evinde BSkyB'den seyretmeyi tercih ediyor. Yaş seviyesi yükseldiğinde ise evinde maç izleyenlerin sayısı artıyor. 45 yaş ve üstü İngilizlerin sadece yüzde 7'si publarda maç izlemeyi, yüzde 84'i ise Premier League'i evinde izlemeyi tercih ediyor.
Araştırmayı yapan SMG Insight'ın Genel Direktörü Frank Saez'e göre, 18-34 yaş araştırma için en önemli veri grubu. Bunun nedeni olarak da reklam verenler ve sponsorların bu yaş dilimini hedef kitlesi olarak seçmesi...

fox soccer channel us - premier league promo

şampiyonlar ligi'nin en fazla kazananı da inter

UEFA, para ödülü ve yayın geliri toplamı olmak üzere Şampiyonlar Ligi'nde geçen yıl toplam 746 milyon avro dağıtmış. Dağıtılan bu paradan en fazla pay şampiyon Inter Milan'a gitmiş. Milano temsilcisine toplam 48 milyon 800 bin avro para ödülü dağıtılmış. Bu paranın 29 milyon avrosu elde ettiği başarıdan, 19 milyon 600 bin avro ise yayın gelirlerinden. 
İkinci sırada ise Manchester United bulunuyor. İngilizler 45 milyon 800 bin avroyu cebine indirdi. Ki United, çeyrek finalde Bayern Münih'e elenmişti. O zaman nereden geldi bu para ödülü diye soracak olursanız Şampiyonlar Ligi'nin yayın gelirinin en pahalı olduğu ülke İngiltere. Bu nedenle de Manchester United yayın gelirlerinden en fazla kazanan Şampiyonlar Ligi ekibi. Inter Milan ile finalde karşılaşan Bayern Münih ise sezonu 45 milyon avro kazançla tamamladı.
32 takım içerisinde son sırada ise Maccabi Haifa yer alıyor. İsrail temsilcisi gruptaki bütün maçları kaybetmişti. Buna karşın Maccabi Haifa'nın kasasına 8 milyon 500 bin avro girmiş...

sponsorluklara 600 milyon dolar

Teniste 2010 yılında sponsorluk gelirleri bir önceki yıla göre yüzde 3 artacak. Bu yıl düzenlenen amatör ve profesyonel tenis turnuvalarına sponsorların harcadığı paranın 600 milyon dolar olması bekleniyor.
IEG Sponsorship Report'un Baş Editörü William Chipps, finansal şirketler ve otomobil sektörü ekonomik kriz nedeniyle tenis organizasyonlarından çekiliyor. Bu sektörlerin yerini ise bira ve alkollü içki üreticileri alıyor.
Hatta 2010'un en önemli sponsorluk anlaşması da, Meksikalı bira üreticisi Corona Extra'nın ATP Tour ile yaptığı 5.5 yılı kapsayan ve 70 milyon değerindeki sözleşme...

dünya kupasının ardından stadyumlar

Dünya kupasından önce de soruluyordu yeni yapılan ve yenilenen stadyumların turnuvanın ardından ne olacağı. Atıl bir tesis olarak çürüyecek mi yoksa kullanılabilecek mi? Bütün stadyumlar için olmasa da Soccer City'nin Güney Afrika ve Güney Afrikalıların oldukça işine yarayacak gibi görünüyor. Söz konusu stadyumlar içerisinde aylık sabit maliyetini karşılayabilecek tek stadyum Soccer City daha doğrusu FNB Stadyumu. Johannesburg'daki stadyum geçen haftadan beri FNB adıyla anılıyor. Bu durumun nedeni ise stadyumun isim haklarının 2014 yılına kadar First National Bank'a satılması. FIFA ile yapılan anlaşma nedeniyle stadyumların sponsorların adıyla anılamadığından turnuvadan üç ay öncesinden final maçının bir hafta sonrasına kadar "Soccer City" olarak anılacaktı. Soccer City ya da FNB'nin yönetimini üstlenen National Stadium Management şirketi mahkemeye başvurarak FNB adının kullanılmaması hakkında dava açtı. Mahkeme sonucunda ise şirketin bu talebi reddedildi.
Neyse biz yazının başında el aldığımız konuaya geri dönelim bu isim değişikliği hususuna değinmenin ardından. FNB Stadyumu'nun yıllık maliyeti 3 milyon 500 bin ile 4 milyon dolar arasında değişiyor. Fakat National Stadium Management SA Limited'den Barry Pollen'a göre söz konusu maliyet sorun değil yukarıda da dediğimiz gibi. Hâlihazırda bu yıl sonuna kadar 27 tane etkinlik düzenlenecek ki bunlardan hiç biri futbol maçı değil. Konferanslar, doğum günleri, ticari etkinlikler düzenleneceklerden birkaç tenesi. Bunun yanı sıra rugby maçları, konse, kilise ve kültürel etkinlikler de bu yılın sonuna kadar FNB'ın ajandasında bulunuyor. 
Diğer stadyumlar için ise kendini döndürme ve yıllık maliyeti karşılamak açısından bir sorun söz konusu olabilir.Her ay 275 bin dolarlık bir gelir gerekecek Orlando, Rand ve Dobsonville Stadyumları'nın sabit maliyetlerini karşılamak için. Bu stadyumlardan, Orlanda'yu Orlando Pirates,  Rands'i Kaizer Chiefs, Dobsonville'i de Moroka Swallows takımları kullanıyor. Bu stadyumları aylık maç gelirleri dışında farklı etkinliklerle de gelir oluşturması gerekiyor.
Bunun içinde farklı uygulamalara gidiliyor. Güney Afrika'da lig bu hafta sonu başlıyor. Sezonun açılışı cumartesi günü Cape Town'daki stadyumda oynanacak çift maçla yapılacak. Vasco da gama ile Orlando pirates, Ajax Cape Town da Bloemfontein Celtic ile oynayacak. Böylece stadyumların daha işlevsel  olması hedefleniyor. Bu çalışmanın ne kadar başarılı olacağı da tribünlere gelen seyirci rakamlarıyla belli olacak... 

zimmete para geçiren başkan, istifa eden teknik direktör...

Puebla teknik direktörü Jose Luis Sanchez Sola geçen haftasonu görevinden istifa etti. Sola'nın istifa nedeni saha içerisinde alınan sonuçlar değildi. 51 yaşındaki teknik direktörün istifasının nedeni kulüp başkanının zimmetine para geçirmesi. Hayır, olaydan duyduğu üzüntü ve etik nedenlerdeb dolayı istifa etmedi Sola. Neyse hikayeyeye geçelim...
Puebla Başkanı, daha doğrusu eski başkanı ve kulübün çoğunluk hissesinin sahibi Francisco Bernat, geçtiğimiz perşembe günü 30 milyon pesoyu (2 milyon 300 bin dolar) zimmetine geçirmekten dolayı göz altına alınmıştı.
Cumartesi günü serbest bırakılan Bernat, kulübün sahip olduğu yüzde 51 hissesini diğer ortağına satmaya karar verdi. Puebla'nın yüzde 40'ına sahip olan Ricardo Henaine, bu satışla birlikte kulübün de yüzde 91'ini ele geçirdi.
Satış kararının açıklanmasının ardından ise teknik direktör Jose Luis Sanchez Sola görevinden istifa etti. Eski başkan Francisco Bernat'ın kankası olan Sola, kulübün el değiştirmesine bozulmuş bunun neticesinde de teknik direktörlük görevinden istifa etti. 
Kulübün yeni sahibi Ricardo Henaine ise durum karşısında yorum yapmamış. Muhtemelen kendi standartlarına uyan yeni bir teknik direktör seçeceğinden ve onunla çalışacağından memnun olmalı.
Bir kulüp başkanının zimmetine para geçirmesi nedeniyle, kulübün teknik direktörünün istifa etmesi de ilk kez görülüyordur...

rio de janeiro #99

Flamengo son sekiz maçta ancak dört gol atabilmişti. Ki ikisi de penaltıdandı bu gollerin. Bu soruna çözüm için Akdeniz'e kadar indiler, Olympiakos'tan Diogo, Fenerbahçe'den de Deivid'i aldılar.
Dün birlikte transfer ettikleri ikilinin tanıtımları vardı. Deivid, İstanbul'da olduğu gibi 99 numarayı giyecek Flamengo'da da...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

galatasaray'dan bu sezon bir halt olur mu?

Biliyorum daha sezonun başı, bu soruyu sormak için erken yani.

Ne yani, ezeli iki rakip teknik heyet değişikliğine gitmişken, Galatasaray’da kadronun iskeletini değiştirecek geniş çaplı transferler yapılmamışken (ki gerek de yok zaten) aynı teknik hoca(lar) güdümünde sezona hazır girmiş bir Galatasaray görmeyi beklemek için çok mu erken? Hani, geçen sezon bir ön eleme maçı az oynayacak, sezonu biraz daha geç açacak diye koskoca Galatasaray olarak buna sevinilmişti! Bir ön eleme az oynandı da, o ara fizik kondüsyon olarak sezona daha mı iyi hazırlanılmış?

Evet iyimserseniz şunu da söyleyebilirsiniz: Geçen sezona çok hızlı girildi de ne oldu? İlk 7-8 hafta Avrupa maçları dâhil, gelene 3 gidene 4 atılıyordu da ne oldu? Ligde ilk 3’e zor zar kaldı Galatasaray; bu sezon da belki Arap atı gibi sonradan açılır Galatasaray (en iyi “Arap Atı”nı sezon öncesinde ve birden bire satmış olmasına rağmen). Bu iyimserliği daha da naif bir hâle büründürelim o zaman ve diyelim ki: İlk iki haftada 0 (yazıyla da “sıfır”) çekmiş olmasına rağmen ilk maçı en zor deplasmanlarından birindeydi (dondurucu soğukta geçerliydi o ya, neyse) ve penaltısı verilse beraberliği koparıp dönebilirdi İstanbul’a. İkinci maçını da, boru değil son şampiyonla oynadı ve rakibi baskı altına almışken ikinci golü kalecisi kontrpiye’de kaldığı için pis/talihsiz bir şekilde yedi. Hem maç sonunda dicili cicili yayının spikeri de söyledi, en son ilk iki hafta sıfır çektiği sezon 1999-2000 sezonuymuş! O sezon almadığı kupa kalmamıştı UEFA da dâhil. Yani iyimserlikte doruk yaparsanız bu sezona Galatasaray iyi başladı da diyebilirsiniz. Ha! İçimdeki “Devil’s advocate” kıs kıs gülerek bana “Yahu yukarıda saydığın iki maçta da rakip ileri uç elemanları biraz becerikli olsalar 4-5 yerdi Galatasaray” diyor ama boşverin şimdi şeytanın avukatını...
Peki nedir durumu Galatasaray’ın?
Kadrosu mu zayıf?
Kabul edemiyorum.

Dün Bursa takır takır takım oyunu oynarken içlerinden iki tane oyuncu zor sayar Galatasaraylılar “Keşke bizim takımda olsa” diyebilecekleri (belki bir tek kalecileri İvankov’u sayarlar, daha güven vermesi bakımından) ancak tersini Ertuğrul Hoca dâhil hangi Bursalıya sorsanız en az 4-5 isim sayarlar Galatasaray’dan alınacak.

Çok değil 2 ay önce Dünya Kupası’nda oynayan oyuncuları bir gözünüzün önüne getirin, değil Türkiye’de, dünyada kaç orta düzey kulüp takımı sayabilirsiniz kendi ülkesi turnuvaya katılamadığı halde 4 oyuncusu kupada oynayabilen? Dolayısıyla, taraftarın “Bu sene iyi transfer yapamadık” sızlanması kadronun zayıflığının değil, şu üç ezikliğin göstergesidir bence.
1) İki ezeli rakipten birinin yaptığı çok havalı transferlere karşı sessiz kalınmasının,
2) İki ezeli rakipten diğerine Stoch ve Caner’i kaptırmanın,
3) Sevilen ve transfer ustası olarak algılanan Haldun Üstünel’in küstürülüp uzaklaştırılmasının ve yeni flaş transfer beklentilerini karşılayacak yöneticinin kalmamasının…
Hem Sivas hem de Bursa kadrolarına bakın, Ali Turan hariç hangi oyuncu yedeğe alınsa (belki bir de Barış hariç) taraftarın içi rahat eder ki? (Hakan Balta’nın dünkü evlere şenlik oyunu geçicidir diye düşünüyor, umuyorum.)

Her maç kalesinde (rakibin gücü ne olursa olsun) ortalama 2 gol gören ve en az o kadar da net gol pozisyonu veren Galatasaray’ın sorunu saha içinde iyi yönetilmemesidir. Disiplin derseniz, o da hak getire. Saha içi dizilişi veya bir oyun şablonuna (tabii belli bir oyun şablonu varsa! Ben o şablonu da çözebilmiş değilim henüz) 90 dakika sadık kalmak gibi bir disiplinden de geçtim. Bazı oyuncuların laubaliliği ve sinirli tavırlarına bakılırsa çekindikleri bir otoritenin varlığından söz etmek zor. Baros gibi bir oyuncunun hakemle girdiği itiş-kakışa ne demeli? Veya haftalarca yedek kalıp çıktığı ilk maçta Sivas’lılara horozlanarak kart görmesine... Elano’ya bakın. 2 aydır sahalardan uzak. İlk kez oyuna giriyor 10 dakika sonra hakemle dalaştığı için sarı kart görüyor. Bu ne umursamazlıktır!
Barcelona’yı şampiyon yapmak mı daha büyük başarıdır, Galatasaray’ı Avrupa’da ve Türkiye’de zirvede tutmak mı? Sanırım Galatasaray’ın sorununun özü bu sorunun yanıtında gizli. Rijkaard Türkiye'ye ilk geldiğinde “Barcelona’yı ben de şampiyon yaparım” diyenlere “Hop! O kadar da değil” diyordum içimden... Ancak son 3-4 maçını izlediğim Galatasaray’ı gördükten sonra bu kez ben, “Bu Galatasaray’ı ben de bu kadar oynatırım” diyebiliyorum.

Bilmem anlatabildim mi?

coe’dan rudisha’ya…

Dünya rekoru gelişimlerine göz atığınızda atletizmde orta ve uzun mesafelerde Dünya Rekoru geliştirmenin kolay olmadığına tanık olabilirsiniz. Sprint disiplinlerinde yani kısa mesafede patlayıcı güç ve saniyenin yüzde farklarıyla çok daha sık rekor kırmak mümkün. Lakin özellikle de 800 ve 1500 m gibi orta mesafe branşlarında dünya rekoruna şahit olduysanız kendinizi çok şanslı hissetmelisiniz. Şimdilerde 2012 Londra telaşıyla meşgul olan Lord Sebastian Coe, 800 metrede 1981 yılında dünya rekorunu 1.41.73 ile ikinci kez kırdıktan tam 16 yıl sonra rekoru ancak geliştirilebilmişti.

Zamanlar elektronik olarak belirlenmeye başladığından itibaren özellikle Kübalı efsane Alberto Juantorena ve Sebastian Coe rekoru ikişer kez geliştirmişti. Lakin 80’ler boyunca ve 90’ların başında 80 ve 84’ün Olimpiyat Şampiyonu Brezilyalı Joaquim Cruz, Kenyalı Sammy Koskei, Doğu Alman Olaf Beyer, bir diğer ünlü Britanyalı Steve Cram, Kenyalı Billy Konchellah, Britanyalı Peter Elliot, ABD’li Johnny Gray gibi önemli potansiyel atletler yarışmasına rağmen Dünya Rekoru’nu geliştiremediler. Ancak sonra 90’ların başında Wilson Kipketer ortaya çıktı. Tarihteki en önemli atletlerden biri olarak 10 yıllık dönemde 800 metreyi Olimpiyat Oyunları hariç domine eden Kipketer daha küçük yaşlardayken efsane Kip Keino tarafından keşfedilmişti. 1990’da ise değişim öğrencisi olarak gittiği soğuk Danimarka’ya çok ısındı ve bu ülke vatandaşlığına başvurdu. 1995, 1997 ve 1999 Dünya Şampiyonaları’nda altın madalya kazandı ancak o da Sebastian Coe gibi 800 metre Olimpiyat Şampiyonu olmayı başaramadı. Coe bunu iki 1500 metre altını ile telafi etmeyi başarmıştı. 1996’da en iyi olduğu zamanda Atlanta’ya IOC vatandaşlık değişmini onaylamadığı için gidemedi. Ancak ertesi yıl 1997 Temmuz’unda önce 16 yılık Coe rekorunu egale etti, bir ay sonra da Zürih’te 1.41.73’lük dereceyi 1.41.24 gibi bir yere çekip önemli bir eşiği atladı. Yetmedi 11 gün sonra Köln’de 1.41.11 ile ulaşılması zor bir seviyeye çekti rekoru. 2000 ve 2004 Olimpiyat Oyunları’nda ise gümüş ve bronz madalyalar ile yetinirken dünya rekoru sahibi olarak atletizme veda etti.
Ta ki 22 Ağustos 2010’a kadar da sürdürdü bu unvanını. Yani dün Kenyalı David Rudisha bir başka Almanya kenti Berlin’de 1.41.09 ile rekoru saniyenin yüzde ikisi ile kırana kadar. Geçen yıl Berlin’de düzenlenen Dünya Şampiyonası’nda yarı finalden finale uzanamayan Rudisha o gün hava çok soğuktu diyerek açıklıyor durumu. Bir yıl sonrasında ise aynı pistte 50 bin kişinin doldurduğu Berlin Olimpiyat Stadyumu’nda Dünya Rekoru kırıyordu. Lakin bu rekorun rüzgarı kendisini daha önce hissettirmişti. Kipketer’den sonra Yuri Borzakovsky, Wilfred Bungei, Alfred Kirwa Yego, Mbulaeni Mulaudzi, Yusuf Said Kamel gibi isimler gelmesine rağmen hiç biri rekora yaklaşamamışlardı. Ancak David Rudisha farklılığını 2006 Dünya Gençler Şampiyonu olduğundan beri hissettiriyordu. 21 yaşındaki atlet bu yılın Haziran ayında Osla Diamond League buluşmasında 1.42.04 koşarak Sebastian Coe’nun 31 yıllık stadyum rekorunu da kırıyordu. İlk heyecanı orada yaratmıştı. Akabinde Belçika’nın Heusden – Zolder kentinde yapılan yarışta 1.41.51 koşarak Afrika Rekoru kırıyor ancak daha da önemlisi Kipketer’in Dünya Rekoru’ndan sonra tarihteki en iyi ikinci 800 metre derecesini koşuyordu. Ardından Afrika Şampiyonası’nda Nairobi’nin yüksek irtifasında gelen 1.42.84’lük şampiyona rekoruna tekabül eden derece ısıyı artırmıştı.

Babası da 1968 Olimpiyat Oyunları’nda yarışmış bir 400 metreci olan Rudisha, baba mesleği 400 metre ile başladığı atletizme 800 metre ile devam etmenin ödülünü 1.41.09 ile kırdığı dünya rekoru ile elde ediyordu. İlk 400 metreyi 49.09 s ile ikincisini ise 52 s gibi bir paylaşımla alıyordu. İlk 600 metreyi de 1.14.54 ile koşmayı başardı ki, ilk 600 için 1.14.00 rekor için gerekliliği olan bir baraj olarak öngörülür.  Kipketer 1.41.11 ile rekoru kırdığında ise 49.3 s ilk, 51.8 s ikinci 400 metreyi koşmuştu. 800 metrede Dünya Rekoru için her zaman ilk 400 metreyi 49 saniye civarında koşmanın gerekliliği de ortaya çıkmış oluyor. 800 metre hız, fiziksel dayanıklılık, son patlayıcı sprint gibi çok farklı faktörleri birleştirdiği için çok özel bir branş olarak nitelenir. Hem sprint meydan okumasını yapabilmeli hem de orta mesafenin getirdiklerini ortaya koyabilmelisiniz. Bu bakımdan ikinci 400 metreyi 52 saniyenin altında koşmak neredeyse imkansıza yakın dersek Rudisha’nın ilk 400 metrede elde ettiği tempo, tavşan atlet Sammy Tangui’nin bu bölümü 48.65 saniye ile geçtiğini düşünürsek, çok kritik rol oynadı.

Analizin yanı sıra Peter Snell, Dave Wottle, Marcello Fiasconaro, Alberto Juantorena, Sebastian Coe, Steve Cram, Steve Ovett,Joaquim Cruz, Sammy Koskei, Wilson Kipketer, Yuri Borzakovsky gibilerden sonra özel bir atleti ve onun dünya rekoruna tanık olmanın keyfini çıkarmak lazım. Wilson Kipketer dahi geçen sene konuştuğu Rudisha’ya 800 metrenin gelecekteki yıldızı olduğunu ve kendi dünya rekorunu kıracağına inandığını söyleyerek görüneni ortaya koymuştu. Bir başka genç ve süper yetenek 21 yaşındaki Sudanlı Abubaker Kaki ile David Rudisha ile 800 metreyi çok daha ileriye taşıyacak gibi. Usain Bolt’un 100 metrede neredeyse 6 aya bir rekor sığdırdığı dönemde 13 yıllık rekorun kırılması çok önemli bir devrim. Üstelik kendisi bu ilk rekor denememdi diyerek geleceğin habercisi rolünü üstleniyor gibi. Zira Kenya'nın birçok ünlü atletinin yetiştiği yüksek irtifalı Rift Vadisi'nden çıkma Rudisha, rekoru geliştirmek için şimdiden bu yıl Rieti'deki yarışmayı gözüne kestirmiş durumda. Fakat ona mutlaka soğuk ve yağmurdan uzak bir atmosfer lazım

Bir diğer konu da, Rudisha bakalım iki nesildir devam eden 800 metre Olimpiyat Altını lanetini çözebilecek mi?... Ha bir de 400 metre dünya rekoru var tabii… Michael Johnson'ın rekoru için bekleyiş daha sürecek gibi...

kuznetsova ile wozniacki futbol oynarsa...


Montreal'de yağmur bir türlü durmayınca tenisçiler de kortta farklı uğraşlar içerisine giriyor. Svetlana Kuznetsova ile Caroline Wozniacki'nin iyi futbol oynadıklarını bu vesile ile anladık. Videosu da yukarıda zaten...

bihaber olmak...

Gazetelerin yaptığı yanlışı anlıyoruz da koca kulübün, sattığı/satacağı futbolcusunu hangi kulübe sattığından bihaber olması da kolay kolay görülmez.
Beşiktaş'ın resmi İnternet sitesinde yapılan açıklama şu şekilde, "Şirketimiz profesyonel futbolcularından Matias Emilio Delgado’nun, Dubai’nin Al Jazira takımına transferi konusunda görüşmelere başlanmıştır". İyi hoş da bahsettikleri Al Jaziraa kulübü Dubai'nin Abu Dabi'nin bir kulübü. Beşiktaş Yönetimi için Dubai, Abu Dabi farketmiyor Birleşik Arap Emirlikleri'nda bütün emirlikler birse sorun değil tabi...